Huzur'daki ''Nuran''a ilham veren annem ve Nesterin Teyze | Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri

Huzur'daki ''Nuran''a ilham veren annem ve Nesterin Teyze | Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri

yazar:

kategori:

Kastamonu Naibi Çerkeş Şeyhizade Mehmed Bahaeddin Bey’in kızı, İstanbul Üniversitesi’nin ilk kadın mezunlarından, Söke’de modern tarımı başlatan Fahri Bey Çiftliği’nin hanımı, dönemin entelektüel hayatının tam ortasında bir ev sahibi, Tanpınar’ın kıymetli münekkidesi… 2012 yılında aramızdan ayrılan Saffet Tanman için yapılabilecek pek çok tanım var. Bu hafta kendisini, tüm kıymetli yönleriyle birlikte anneliğiyle de anıyoruz. Akademisyen ve sanat tarihçisi M. Baha Tanman ile annesi Saffet Tanman’ı konuştuk.Sizinle geçtiğimiz yılın sonunda Pera Müzesi’ndeki “Tam Yerinden” sergisi üzerine bir söyleşi yapmıştık. Eski yapıların yerlerini anlatırken verdiğiniz cevaplardan birinde, “Annem ziyarete giderdi de oradan biliyorum. 8-10 yaşından beri Aziz Mahmud Hüdai’nin çevresini biliyorum” şeklinde bir cümle kurmuştunuz. Bugün burada olmamızın sebebi de işte bu cümlenin hikâyesini dinlemek… Anneniz Saffet Tanman ile çıktığınız gezintilerden bahsetmeden önce, kendisi size göre nasıl bir anneydi?Annem hem çok şefkatliydi hem de çocuklarının ilgisini paylaşırdı ve destek olurdu. Ben ilkokul yaşlarında iken kış aylarında İstanbul’daydık, yazın babamın işi dolayısıyla Söke Ovası’ndaki çiftliğe giderdik. Çiftlik evi de antik harabelerle çevrili. Sabah uyanıyorum, tam karşımda Miletos’un tiyatrosu. Biraz ileride yine Priene antik kenti. Yine yarım saat mesafede Didim Apollon Tapınağı. Ayrıca Miletos’un Orta Çağ’daki adı Balat. Orada muhteşem bir İlyas Bey Külliyesi var, Menteşoğlu dönemine ait. Ben o yaşlarda çok ata binerdim, saatlerce. Şimdi düşünüyorum da Ramazan’da oruçlu olarak 7-8 saat ata biner ve iftara yarım saat kala eve dönerdim. Ne acıkma var ne susama. Özellikle çok yakın olan Balat Miletos civarında dolaşırdım, kaleye çıkardım. İstanbul’da da her hafta sonu bir müzeye giderdik. Hatta münavebeli, bir hafta Topkapı Sarayı, bir hafta Arkeoloji Müzesi. Arkeoloji Müzesi, buz gibi doğru dürüst ısınmıyor. Her seferinde anjin oluyoruz. Paris’te yaşayan seramik sanatçısı bir teyzem vardı, Şahika Turan. Ünlü bir ressam olan Selim Turan’ın da eşi. “Yahu bir de İslam Eserleri Müzesi var Süleymaniye’de. Müsaade et de çocuğu bir kere de ben oraya götüreyim” dedi. Ve ilk defa, daha İbrahim Paşa sarayında değil, şu anda restore edilmekte olan Süleymaniye Külliyesi’nin imaret binasında bulunan Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne gittim. Sonra, kitap merakımı bilirdi mesela annem. “Bir kitap aldık, ikincisini almayalım, israf olur” asla demezdi. O konuda açık çek verirdi. Bazen eskicilerde enteresan bir şeyler görür, odama alırdım. Beraber Anadolu’da gezerdik. Hem ören yerleri geziliyor hem şehirlerdeki cami, medrese, türbe vesaire. Aralık ayında muhakkak Konya’ya gidilirdi. Şimdiki gibi değil iklim, hemen hemen her aralıkta kar altındaydı Konya. Bir keresinde yollar kapandı, Ankara’da bir iki gün beklemek zorunda kaldık. Bembeyaz hatırlıyorum Konya’yı, diz boyu kar. Şeb-i Arus’ta veya biraz önce. İstanbul’da da Aziz Mahmud Hüdai, Üsküdar’da. Tarihi Yarımada’da Sümbül Sinan Hazretleri. Eyüp Sultan gayet tabii. Ramazan’da Hırka-i Şerif. Beşiktaş’ta Yahya Efendi, annemin çok sevdiği ve çok sık gittiği bir yerdi. Sur dışında da Merkez Efendi.Onun sayesinde makamları, binaları tanıdımBu geziler size neler kattı?Ben o ziyaretlerde bu makamları, binaları tanıdım. Bu konudaki ilk üretimim mimarlık üçüncü sınıftaki rölöve dersi ödeviydi. Bir tarihi eser bulacağız ve onun rölövesini çıkaracağız. Plan, kesit, cephe görünüşü ve tabii bir de ayrıca tarihi hakkında bilgi vereceğiz. Ben de Mehmed Reşid Paşa adında bir asker olan anneannemin babasının gömülü olduğu ve hem mensup olduğu hem de evlilik yoluyla akraba olduğu Sütlüce’deki Hasırîzade Tekkesi’nin semahanesini seçtim. “Elif Efendi Tekkesi” olarak da bilinir. Sa’dî tarikatına bağlı. Ama aynı zamanda Elif Efendi, İstanbul’un önde gelen mesnevihanlarından. Fotoğraflarında başında hep sikke görüyoruz. Mukabeleden önce Mesnevî şerhi yapılıyor. Üç kişi üstlenmiştik bu ödevi. Diğer ikisi, “Baha sen bu işe çok meraklısın, bu işin tarihsel araştırması sana ait. Ancak ölçü almada ve çizimde sana yardımcı oluruz” dediler. Velhasıl semahanenin rölövesini çıkardık. Ben gerek kaynaklardan gerek annemin aktardığı bilgileri derledim. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde asistan olduğum zaman da ilk makalemi Hasırîzade Tekkesi üzerine yazdım. Düşünün daha doktorasının başında genç bir asistan ki o yaşta kimse pek makale yazıp da yıllığa koymazdı ya da hocalar müsaade etmezdi ama Oktay Aslanapa hocamız rahmetli gençleri hep böyle teşvik eden bir insandı. Daha doktoramı bitirmeden Münih’te 1979’da toplanan Uluslararası Türk Sanatları Kongresi’ne gitmemi sağladı. İstanbul tekkelerinin mimari özelliklerine ilişkin doktora tezimin seçiminde muhakkak ki annemle geçirdiğim çocukluk yılları, ayrıca evimize gelen tasavvuf ehli insanlarla yapılan sohbetler etkili olmuştur.n Aileniz İstanbul, Almanya, Amerika’dan sonra Söke’ye yerleşiyor. Burada Anadolu’nun en büyük çiftliklerinden birini kuruyorlar. Siz bu yılları, hatırlıyor musunuz?Annem Söke ve İstanbul arasında gidip geliyordu. Babam ayrıca Ziraat Odaları Birliği Başkanı’ydı, İstanbul-Ankara-İzmir arasında mekik dokurdu. O da ilgili bir babaydı ve müthiş bir öğretmendi. Fen derslerinden çok keyif aldığımı söyleyemeyeceğim. Fizik, geometri tamam ama mesela organik kimya bir kâbustu benim için. Babam mühendis olacağıma inandığı için onun hatırına Saint-Joseph Lisesi’nin fen sınıfına girdim. Son derece ağır bir tahsil ve habire ara sınavlar yapıyorlar. Uçakla Ankara’dan gelir, toplantılara katılmış, yorgun. Akşam yemeğinden sonra, ertesi gün benim kimya ya da fizik sınavım varsa oturur benimle gece yarısına kadar çalışırdı.Anılarını yazacak vakti olmadıSaffet Hanım, Türkiye’de üniversite okuyan ilk hanım talebelerden. Akademide devam etmeyi neden tercih etmedi?1937’de annem evleniyor. İstanbul’da üniversitede görev alsaydı, sabit bir hayat lazımdı. Babamla beraber Hamburg ve New York’a gidemezdi. Bir de arkadan Söke faslı çıkıyor. Söke derken, 1940’larda, yani çiftlikte tarımın başlamasının ilk yıllarında, ovanın ortasındaki çorak bir tepenin üzerine kurulu iki odalı bir kulübede yokluk içinde yaşıyorlar. Su yok, ovada sıtma ve verem kol geziyor. Menderes taşıyor, aylarca mahsur kalıyorlar. İlginçtir, orada yaşamayı kendisi de arzu etmiş. Bakın hiç bunları mesele yapmazdı. Belki savaş içinde büyüdüğü için. Bir karar vermiş, “Ben evlendim, mesut bir evliliğim var.” Dolayısıyla illa İstanbul’da oturmakta, üniversitede çalışmaya devam etmekte ısrar etmemiş. Annem kafasına koyduğu zaman her yerde mutlu olmayı bilen bir kadındı. Çiftlik hayatında da çok mutlu olmuş. Babamın hatırı için dişini sıkıp katlanmış değil. Söke’de yine babamın kardeşleri, büyük babamdan intikal eden çiftlikte payları olan amcalarım vardı. İkisinin de hanımı İstanbulluydu. Çiftlikte yaşamayı tercih etmemişler. Amcalarım orada yalnızdı.“Tanpınar’ın ilk eleştirmeni: Saffet Tanman” adıyla Yeni Şafak Kitap’ta yayımlanan bir yazı var. Siz annenizin Tanpınar’ın ilk eleştirmeni olduğunu biliyor muydunuz?Biliyor musunuz, annem hayattayken galiba unutmuştu bunu. Çünkü unutmasa, bir yerde saklasa söylerdi. Annem oldukça erken bir tarihte, Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” diye meşhur bir hikâyesi var ya, onunla ilgili bir kritik yazmış. İsmini şu an hatırlamadığı bir edebiyat tarihçisi de çok ilginç bulduğu için onunla ilgili bir sizin gazetede makale neşretmiş. Orada şöyle bir ifade var, biraz içim burkuldu: “Saffet Tanman’ın yazarlığı asıl uğraş alanı haline getirmemiş olmasını, Türk edebiyatı için bir kayıp olarak görmemiz gerekiyor.” Çünkü İstanbul’dan kopmuş bir şekilde. Yalnız ileri yaşında anılarını yazdı ve yayınladı. Ben “Babam vefat ettikten sonra kendinize vakit ayırıp bunları yazabildiniz” dedim. “Ne münasebet babanızın hakkında böyle konuşamazsınız” diye kıyamet koptu. “Ben kötü konuşmuyorum. Neden o zaman bunu 10 sene önce yapmadınız? Çok iyi bir eş, çok iyi bir babaydı ama sizin vaktiniz yoktu bunları yapacak” dedim.Derlenen anılar çok detaylı. Bazılarını gününde yazmış sanırım ya da belki kısa notlar almış olabilir mi?Günlük olarak tuttuğu defter vardı, adada olmalı. İlk kitabında onu temel almıştı.. Bir de daha doğrusu enteresan bulduğu ve sevdiği şeyi iyi hatırlardı annem. Onu enterese etmeyen, böyle ne bileyim bir hanımlar meclisinde fasa fiso bir şeyler anlatılmışsa onları silerdi kafasından. Bana da “Sen öyle şeylerle kafanı doldurma, vakit kaybetme. Zaman büyük bir nimettir” derdi. Gençken insan anlamıyor. “Zamanın kıymetini bil.” Şimdi o kadar soyut bir şey ki ne yapayım bunu? Ama biliyor musunuz yaşınız ilerleyince, önünüzde on yıllar olmadığını bildiğiniz zaman ve hâlâ bir şeyler yapmak istiyorsanız zamanı kıymetini anlıyorsunuz.Aileniz çiftlikte kalabalık misafir grupları ağırlarmış. Siz hatırlıyor musunuz?Yıllar içinde ovadaki kulübe bir çiftlik evine dönüştü. Fakat Söke’de kalburüstü misafirleri ağırlayacak otel yok. Didim’de daha hiçbir şey yok. Ankara’dan Dışişleri Bakanlığı’ndan mesela “İngiliz büyükelçisi ve hanımı sizde kalabilir mi?” diye ricalar gelirdi. “Aman efendim gayet tabii” denirdi. Civardaki eski eserleri ve ören yerlerini gezerler, akşam sohbet edilirdi. Annemin de hoşuna gidiyor bu. Çünkü ne de olsa konuşacak, paylaşacak şeyleri var. Oradaki Yörüklerle de anlaşıyor, sevişiyor. Ama onlarla paylaşamadığı kendi birikimiyle ilgili konular da var. Onları gelen misafirlerle konuşabiliyor. Sonra, epey bir zaman bizim Edebiyat Fakültesi’nin de dekanı olarak görev yapan Prof. Dr. Süha Göney misafirleri olmuş. Ben onu hatırlayamıyorum, çok ufaktım. Bizim dekanımız olunca “Ben senin kısa pantolonlu beş yaşındaki halini biliyorum” derdi. Coğrafya profesörüdür, Büyük Menderes havzasının coğrafyası ile ilgili doktora tezi yaparken gelip bizde kalmış. Yıllar sonra ben sanat tarihi bölümünde öğretim üyesiyim, o da dekan olmuş. Annemle babamla tekrar görüştüler. Hatta annemin üniversitedeki arşivden farklı yıllara ait kimlik fotoğraflarını buldu. Ben de onlardan bir çerçeve yaptım.Tanpınar ile Lebon’da buluşurduAnneniz en azından misafirlerle özlediği entelektüel ortamı orada sağlayabiliyormuş. Ama manevi konularda bir şeyler paylaşabilecek, o mevzular üzerine sohbet edecek birileri yokmuş etrafında. Babanız da buna üzülüyormuş…Evet, onun için o tür konuları paylaşacak birileri olduğu zaman çok seviniyor annem. Bir gün babam İrfan Bey adında bir topografya memuru ile tanışıyor Söke’deki ofisinde. Sohbet nerden açılmışsa, babama Kadirî olduğunu söylemiş. Babam da “Aman” demiş “Bu akşam bize geliyorsun. Bizim hanım bu konulara yakındır ve kimseyle bunu paylaşamadığı için üzülüyor.” O akşam bize gelmiş ve dost olmuşlar. Annem, farklı muhitlere mensup, farklı meşreplerde insanlarla görüşen biriydi. Beni de arkadaşlarımla bir yan yana koysanız, çok dindar olanımız var, hiçbir şeye inanmayanımız var ama ortak özelliğimiz birbirimize karşı terbiyeli ve önyargısız oluşumuz. Ne sofu ne de ateist olanı benim işime karışır, ben de onlara müdahale etmem. Benim kriterim o. Herkes kendi yolunda yürüsün, birbirine müdahil olmasın. Dolayısıyla ben buna biraz da ailemden alışmışım galiba. Annemin üniversite arkadaşlarının büyük bir kısmı mesela annemin bu mistik tarafını paylaşan insanlar değiller. Ama onun yanı sıra konuşacak o kadar şeyleri var ki. Şimdi bu hanımların bir beş çayında bir araya gelmeleri vardı ki, hiç unutmam. Onlar üniversiteden çıkmış, annem evinden geliyor. Beyoğlu’ndaki Lebon’da buluşuyorlar. Fransız edebiyatı profesörü Nesterin Dırvana ve iki kız kardeşi Gültekin Hanım, Bihterin Hanım, aynı bölümden Prof. Süheyla Bayrav, İngiliz edebiyatı profesörü Mina Urgan ve belki birkaç kişi daha. Beş gibi buluşmuşlar, vakit kısıtlı. Bir saat bilemedin bir saatten biraz fazla oturacaklar, herkes evine gidecek. Dolayısıyla aynı anda konuşurlar. Ama herkes birbirini anlar. Bir de kadınlara göre daha az konuşan, devamlı sigara içen, böyle tombalak orta boylu bir bey var. Meğerse o da Ahmet Hamdi Tanpınar’mış. Ben öyle pek bir şey anlamıyorum tabii bu kakafonik sohbetten. Pasta reyonunu seyrediyorum. Böyle bir tombul Rum hanım reyonun arkasında. O da bu tarafa bakıyor. Ben o zaman 5-6 yaşındaydım. Aradan yıllar geçti, Cihangir’de ben o hanımı yeniden gördüm ve tanıdım. Bu arada ben saçı başı ağarmış, 40 yaşında bir adamım. Hanım yaşlanmış ama yüzü değişmemiş fazla. İşin enteresanı, o beni tanıdı. Ben kadına gidip “merhaba” diye kendimi takdim etmedim. Rum aksanıyla, “Ah, ah siz o Lebon’daki çocuk” dedi. “Aman efendim dedim ben sizi hatırlıyorum. Maşallah çok iyi gördüm ama siz beni nasıl hatırlıyorsunuz?”, “Ah nasıl unuturum o koca gözlerinizle böyle bakardınız” dedi. Dolayısıyla bu Lebon buluşmalarını hiç unutmam.Bir önceki sohbetimizde de siz pasta sipariş etmiştiniz. Pasta sevginiz o yıllardan mı geliyor acaba?Ben oldum olası tatlı severim. Pasta, çikolata, bizim Türk tatlıları, dondurma… Annem de severdi ama çok iradeli bir insandı. Kaymağa bayılırdı mesela. Bir rulo alınır eve. Annem ondan ince bir dilim keser, tadına vara vara, ibadet eder gibi onu yer. Ben geri kalanı süpürürüm. “Evladım bak, sen de seviyorsun, ben de seviyorum. Ben keyfine çıkararak, tadına vararak bu kadar yiyorum. Sen hepsini götürüyorsun, yapma” derdi.Uzun bir müddet beraber yaşadınız değil mi?Annemin vefatında, akşam devir hatmine gelmiş bir dostumuz, hiç unutmam. Ben çok üzgünüm. Ayrılırken, “Bak sen 45 yaşına kadar anneli-babalı, 60 yaşına kadar da anneli yaşadın. Şöyle bir bak etrafına, herkese nasip olmuyor bu” dedi. Onun üzerine bir toparladım kendimi.Muzaffer Ozak evimize gelirdiBenim sizin anne-evlat ilişkinizde şanslı gördüğüm şeylerden bir tanesi de siz onun çevresiyle o da sizin çevrenizle sıkı bir bağ kurmuş. Bir anne ve evladın ortak bir muhiti, çevresi olmasını nasıl yorumluyorsunuz?Annem de babam da, hele bir yaştan sonra kendi yaşıtları gitgide kuvvetten düşüp evden çıkamaz olunca veya öbür âleme intikal edince, genç kuşakla yani evladı olacak yaşta hatta torunu olacak yaşta insanlarla dostluk kurmaya başladılar. Bu onlara bir hayat enerjisi verdi. Ben 32 yaşına kadar ailemle aynı dairedeydim. Sonra aynı apartmanda daha küçük bir daireye geçtim. Ama yemeklerde yukarıda buluşuyoruz. Ben rica etsem, annemin evinde harika bir aşçı var Bolulu Hasan Efendi. Yukarıda yemekleri yapar, ben indiririm. Fakat onları mutlu etmek için arkadaşlarımı yemeğe yukarı çıkarırdım. Yemekten sonra ineceğiz ama babam bir sohbet açar… Ben anneme kaş göz yapıyorum inmek için. Annem, “Fahricim ben biraz yorgunum yatacağım” diyor. “Sen yat şekerim ben gayet iyiyim.” Bekliyoruz. Saat 9.30, 9.45, 10… Arkadaşlarım da memnun. Çünkü babam herkesin konusuyla ilgili bir şeyler konuşabiliyor. Önce sorar, “Senin o arkadaşın bu ara neyle meşgul? Ne üzerine çalışıyor?”, “Babacığım Velasquez üzerine çalışıyor bu ara.” Zaten genel kültürü olan bir adam. Müthiş bir resim, heykel meraklısı olmasa da biliyor. Arkadaşlarım hayretler içinde, “Yahu biz Fahri Baba’yı sırf mühendis biliyorduk. Adam derya yahu.” Memnun yani gelenler. Allah rahmet eylesin, Şeyh Muzaffer Ozak Efendi bir gün misafirdi. Sahabe hakkında bir sohbet oldu. Ashabın ileri gelenlerinin ismini bilmek daha kolay. Ama böyle çok fazla ön plana çıkmamış sahabiler var. Onlarla ilgili babam ilginç şeyler anlatıyor. Muzaffer Efendi sonra anneme demiş ki, “Biz beyefendiyi mühendis biliyorduk. Vallahi birçok hoca efendiyi cebinden çıkarır”.Huzur’u okurken Nurhan’ın annem olduğunu keşfettimAnneniz, Tanpınar’ın hem öğrencisi hem arkadaşı. Annenizin, Tanpınar’ın Huzur romanındaki roman karakteri “Nuran”a ilham olduğu konusunda neler söylemek istersiniz?Ben şimdi belirli bir yaşa gelmişim, ilk defa Huzur’u okuyorum. Anneme dedim ki “Anneciğim bu Huzur romanında Nuran var ya. Nuran, bana sizi hatırlatıyor.” “Ah sen yok musun sen” dedi. Biraz da Nesterin Teyze’yi anımsatıyordu. Vallahi iyi keşfetmişim. Annem, “Benden ve Nesterin’den ilham alarak onların kombinasyonuyla yapılmış bir şahsiyet aslında o” dedi. Bir kere işte İstanbullu olacak, konuşması ona göre olacak, eski kültüre bağlı olacak ama Garp’tan da haberdar olacak… “Peki, o zaman sizi yani ikinizi beğeniyordu?, “Evet, muhakkak.” “Siz o zaman gençsiniz. Evli de değilsiniz, hocasına âşık olan öğrenci çoktur.”Annem, “Ahmet Hamdi Bey’i çok severdik. Hâlâ onun yokluğunu hissediyorum. Ama erkek olarak hiçbir zaman beni enterese etmedi, müsterih ol” dedi. Ahmet Hamdi Bey’in hayal dünyasını bilemem ama annemle Nesterin Teyze açısından bir his yoktu.Beraber İstanbul’da, eski mahallelerde sohbet ederek geziyorlar. Ne büyük lüks düşünebiliyor musunuz? Silivrikapı, Koca Mustafa Paşa… Boğaziçi’nde kıyıya dik vadiler vardır, içlerinde dere akar, onları çok severmiş. Çengelköy’ün arkası gibi zemini bostanlı iki tarafında bahçeli evler. Oralarda gezmeyi çok severdi diyor. Bir de annemin pek iftihar ederek söylediği bir şey vardı. Bir yazı yazdığı zaman annemle Nesterin Teyze’ye, “Kızlar şimdi bakın bakalım, aklınıza gelen bir şey varsa ya da gözünüze çarpan bir şey bana söyleyin” dermiş. Bilhassa müellifi tarafından imzalanmış kitaplara meraklı bir dostum, Tanpınar’dan anneme hitap edilmiş bir kitap bulmuştu, “Aziz dostum ve kıymetli münekkidem” diye imzalanmış. Bir de annemin böyle bir ilişkisi vardı Tanpınar’la. Edebiyat üzerine konuşuyorlar ve “Ben ünlü bir edebiyatçıyım, sen sus bakayım” demiyor. Fikrini soruyor, onun düşüncesini kale alıyor.İstanbul entelektüel yaşamının ortasındaAnneniz İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken Beyazıt’ta ve başka semtlerde gittikleri bazı kahveler varmış. Üniversite çevresinin rağbet ettiği mekanlar nerelermiş?Şöyle, mesela Küllük Kahvesi’nin müdavimi olduğunu sanmıyorum. Gençler Çınaraltı’nda buluşuyorlar. Orada yalnız erkekler değil, üniversitenin yeni yeni başlayan kız öğrencileri de var. Sonra bir Emin Efendi Lokantası varmış mesela, hiç izi kalmamış. Beyazıt Camii’nin şadırvan avlusu duvarına sırtını dayayan bir restoranmış. Annem, “Orada çok öğle yemeği yedik” derdi. Babam da çok cömert bir insandı. Nişanlanınca artık o grubun damadı olmuş, “Bir dakika ben varken size düşmez hanımlar” dermiş. Annem de arkadaşlarını tembihlermiş, “Fahri maaşla yaşayan bir insan. Biraz ölçülü yemek yiyin. Pahalıya patlamasın.” Arkadaşları da “Aa karışma ayol Fahri çok cömert insan” derlermiş. Bir de Acem’in Çayhanesi’ne giderlermiş. İranlıların çayı meşhurdur ya. Adam hakikaten İran kökenliymiş. Tam yerini kestiremiyorum onun. Çınaraltı Kahvesi’nin sonuna ben de yetiştim. Gençler Çınaraltı’nda otururlarken bir köşeye Neyzen Tevfik gelir, canı isterse ney üflemeye başlarmış. O zaman herkes susar, onu dinlermiş.Apartman yaşamında da emektarlardan ayrılmadıkYetişirken sizin bir de dadınız var. Annenizin anılarında da ismi geçiyor…Bizim muhitimizde herkesin dadısı vardı. Annem hep meşgul bir insandı babamın hayatından dolayı. Bir de çoğunlukla bizimle yaşayan ailenin emektarları vardı. Biri Huriye Hanım’dı: Huriye Kalfa. Sarayda ütücülük yapmış gençken. Huriye Kalfa’nın burnu havadaydı, “Ben saraydanım” diye. Bir diğeri Fahriye Hanım, babaannemin çeyiz halayığıymış. Aslında Kasımpaşa’da oturur ama sık sık bizde kalırdı. Annem, “İstanbul folklorunu onun konuşmalarında hissediyorum” derdi onun için. Benim dadım Münevver Abla ve bir de Cideli Müyesser Hanım vardı. Benim dadım dışında bu insanlar artık öyle çok iş yapmıyorlar ama bizimle yaşıyorlardı. Üstelik de artık apartman hayatı başlamış. Konak hayatı yok. Misafirler gitsin, ev sahipleri yatsın diye bekliyorlar. Çünkü salona yer yatakları seriliyor. Sabahleyin ev halkı uyanmadan onlar toplanıyor çünkü herkesi yatıracak oda yok. Yani kalabalık bir evde büyüdüm ben. Akraba, misafir, gelen giden bir de ailenin ferdi olmuş emektarlarla.İbnülemin yakışıklı değil karizmatiktiBizim kitaplarda adını okuyup da annenizin tanışık olmadığı bir karakter kalmadı…İstanbul’un değişik, enteresan isimlerinden İbnülemin Mahmud Kemal Bey mesela. Daima, gazaplı, celâlli, bir karış surat. Beyazıt Kütüphanesi’nden çıkmış, yanında onunla beraber bir şeyler öğrenme derdinde olan bazı genç tarihçilerle. Annem, “O, celâli sanki biraz kendine üslup edinmişti” diyordu. Annemin onunla ilgili çok hoş hatıraları vardı. “Hiç yakışıklı değil ama çok karizmatik bir adamdı. Böyle sürmeli gibi gözleri vardı” derdi. Sonra Orhan Veli… Oktay Aslanapa Hoca da hatırlardı. Emin Efendi Lokantası’na veyahut da Çınaraltı’na gelirmiş. Oktay Hoca’ya nasıl biriydi diye sormuştum. Bir şiirinden bana tarif etmişti: “Ben bir garip Orhan Veli’yim. Veli’nin oğluyum. Tarifsiz kederler içindeyim… Bir köşede otururdu. Tarifsiz acılar içerisindeydi o biliyorsun.” Annemin bir de müzikli davetleri olurdu üniversite çevresi için. Onlarla Muharrem ayında aşureye davet edilenler karıştırılmazdı. Birkaç ortak figür olurdu Nesterin Dirvana gibi. Müzikli gecelerde ise; Mina Urgan, Süheyla Bayrav gibi sınıf arkadaşları, tabii Ahmet Hamdi Bey, sonra bana piyano dersi veren bir beyaz Rus vardı, Mösyö Somer ve onun Ermeni hanımı, o zamanın Fransız kültürü ataşesi Mösyö Rossignol ile sarışın hanımı katılırdı. Yine, meşhur Karaso ailesinden Mösyö Karaso ve Madam Karaso gelirdi; Journal d’Orient adlı gazetenin sahipleri. Eski gazetecilerden Hayat mecmuasının sahibi Şevket Rado ve annemin akrabası olan eşi Prof. Türkan Rado Hanım. Gözümün önünde bu insanlar.İstanbul albümü satıştaOsmanlı sarayının resmi fotoğrafçısı Abdullah Frères’in 1890’da çekilen fotoğraflardan oluşan tarihi İstanbul albümü müzayedede görücüye çıkmaya hazırlanıyor. Tuğra ve hilal baskılı saray işi orijinal cildindeki bu şahane albüm 42 fotoğraftan oluşuyor.Depremzede çocuğa aile oldularKahramanmaraş merkezli depremde anne ve babasını kaybeden bir bebeğe koruyucu aile olan Arife Kaner, "Evladım evimize geldikten sonra önceliğimiz oğlumuz oldu” diyor. Öte yandan AK Parti İstanbul Milletvekili Seda Gören Bölük, koruyucu aile olduktan sonra işi biter bitmez eve gittiğini, seyahatlerini, programlarını artık evladına göre planladığını ifade ediyor.Liseli gençlerden lezzetli tariflerGeçtiğimiz hafta Milli Eğitim Bakanlığı’nın meslek liseleri yiyecek içecek hizmetleri alanı öğrencileri arasında düzenlediği yöresel yemek yarışmasının kazananları belli oldu. Siirt Zübeyde Hanım Mesleki Teknik Anadolu Lisesi öğrencileri perde pilavı, pırtike çorbası ve varak keek ile birinci olurken, Edirne Dr. Sadık Ahmet Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bakla çorbası, ciğer sarma ve bal helvası mönüsüyle ikincilik ödülünü kazandı. Biz de bugün sizlere Siirt ve Edirne’den geleceğin şefleri olan lise öğrencilerinin ödüllü tariflerini sunuyoruz.Fatih Sultan yalnız başına sofraya otururmuşFetihlerin Sultan’ı Fatih Sultan Mehmet Han, kendinden önceki padişahların aksine yalnız yemek yerdi. Kanunname-i Âli Osman’da kendisinden sonra tahta çıkacak hünkarlara da tek başına yemek yemesini emretmişti. Peki Sultan II. Mehmet neden yalnız yemek yerdi?


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir